Mantar Ana

Güneş ufukta belirdiğinde Asimov’un işi neredeyse bitmişti. Acele etmese de biraz elini hızlandırdı ve odunları daha seri şekilde eve doğru götürdü. Kenarda kalan yığına bakılırsa en azından iki sefer daha yapması gerekiyordu.

Verimli bir gece olmuştu. Mantar’ların kendisi için hazırladığı avı alıp pişirmeye koymuş ve önceki geceden kalan odun kesme işine dönmüştü. Senenin bu vakitlerinde orman yenilenme isterdi. Bu sebeple budanması gereken tüm ağaçlar Asimov için birer ısı kaynağıydı.

Tam dört gecedir odunlarla ilgileniyordu ve bitirmişti. Yarın gece ne iş yapacağını merak etmesine karşın güneşe yakalanmamak için biraz daha hızlandı. Son seferi de kollarının arasına alarak evin odun deposuna doğru yola koyuldu.

Elindeki odunları depoya bıraktıktan sonra öncesi budamadan kalan stoktan birkaç parça aldı ve evin kapısına doğru çıktı. Güneşe göz ucuyla baktı; o taraftaki Mantarlar çoktan sönmeye başlamışlardı. En azından onlar ortalıktan kaybolmadan güneşten korunabiliyorlardı. Bir diğer açıdan ne yazık ki, güneşten korunmak için tüm aktivitelerini durdurmaları gerekiyordu.

Asimov bakışlarını güneşten, Mantar’ların annesine çevirdi. Gökyüzündeki diğer ufak minik ayın yanında duran, geceyi enerji ile doldurup gezegene hayat veren, çevredeki Mantarlar gibi ışıldayan mavi aya, Mantar Ana’ya baktı. O da güneşin kendisini göstermeye başlamasıyla beraber ışıltılı halkasını kuvvetlendirmeye başlamıştı. Kendisini korumak için kalkanını kullanıyordu. Çünkü kendisini korumalı ve sonraki gecede yer yüzündeki Mantar’lara bir kere daha hayat üflemeliydi.

Kapıyı araladı ve içeri girdi. Seri adımlarla öncelikle güneşin geldiği tarafa bakan pencereleri kapattı. Ardından da kalanlara doğru yönlendi. Neyse de ki evde fazla pencere yoktu. Hemen ateşin yanına gitti ve yemeğini kenara çekerek suyun tadına baktı. Yandaki tezgahtan birkaç ot kopartıp içine attı ve biraz karıştırdı. Yakında sofraya oturabilirdi.

Hemen heyecanla kitaplığına doğru gitti. Bu gün hangi kitabı okuyacağını seçmek heyecanla beklediği bir aktiviteydi. Eski dünyayı okumak, geçmiş ilkel günleri görmek onu her zaman büyülüyordu.

Göreve başladığı yıldan beri bu evdeki kütüphanede bulunan kitapları en az üç defa bitirmişti. Üçüncüden sonra sıradan okumayı bırakıp canının istediğini okumaya başlamıştı. Özellikle güneşin insanlarına dair hikayeler, resimler onun en büyük merak noktasıydı.

Asimov o zamanları yaşamamıştı. Hatta o zamanları hatırlayan birisiyle de hiç tanışmamıştı. Muhtemelen o zamanları yaşamış birisiyle konuşan en son Mantar Ana insanı beş altı nöbet nesli önce ölmüştü. Yine de kitapların içinde o zamanları görmek, öğrenmek ve o zamanlarda değil de şimdi dünyaya gelmiş olduğuna şükretmek Asimov için günlük rutin olmuştu.

Kitabını seçti ve masasına bırakıp yemeğinin yanına gitti. Bir kaseye suyundan ve parçalarından koydu. Ortalığa yayılan koku müthişti. Odun işinin bitişinin şerefine Mantar’lar ona güzel bir menü hazırlamışlardı anlaşılan.

Sandalyesine oturdu ve yemeğinin suyundan bir kaşık içerken kitabındaki ilk sayfayı okumaya başladı.

Bu kitap Asimov’un nöbet noktasını, Mantar Köprüsünü anlatıyordu.

Asimov yer yüzünden kopup yukarı çıkan ve boşlukta asılı kalan devasa bir toprak parçasında yaşıyordu. Burası yer yüzüne Mantar’ların kendileri gibi parlak ipleriyle bağlıydı. Toprak parçası ne ufaktı, ne de büyük. Bir bireyin görevi süresince başka bir şeye ihtiyaç duymadan yaşayabileceği yeterlilikteydi.

Yer yüzü bilinmez bir gaz ile yaşanılamaz hale geldiğince bazı insanlar gökdelen denilen yapıların üstünde yaşamaya başlamışlardı. Ancak hazırlıksız yakalanmaları onların yaşam sürelerini kısaltmıştı. Çünkü yemekleri, yakacakları ya da içecekleri kısıtlıydı ve aşağıya inmek çok tehlikeliydi.

Derken bir gece gökyüzüne baktıklarında orada mavi bir parlaklık gördüler. Böylesine devasa bir şeyin nasıl olur da fark ettirmeden geldiğini anlayamadılar ancak fark ettikleri bir şey vardı. Bu mavi devasa şey gökyüzünde parladığı sürece yer yüzündeki gaz dağılıyordu. Gündüz olup güneş gelince gaz yine öldürüyordu.

Bunu keşfetmelerini takip eden birkaç ay içinde yer yüzünde çeşitli mantarla çıkmıştı. Bu mantarların çevresi gaz bakımından çok daha temiz oluyordu. Ancak yine sadece geceleri böyle oluyordu.

Bu sebeple insanlar günlerini geçirmek için ya çok yükseğe çıkmalıydı ya da yerin altına, sisin gelemeyeceği yere gitmeliydiler.

Onlar da her ikisini seçtiler. Yer altına devasa şehirler kurarken gök yüzüne de Asimov’un şu an üzerinde durduğu gibi gözcü adaları yaptılar. Eskiden olsa yer çekimine karşı durması için büyük enerji harcanması gerekirdi fakat bu işi şu an Manyar Ana çözüyordu.


Aşağıdaki zemini renkli alan Yapay Zeka tarafından yukarıdaki hikaye başlangıcına göre yazılmıştır.


Asimov kaşığını tabağına bırakıp kitabın sonraki sayfasına geçti. Sayfalar, Mantar Ana’nın ilk keşfiyle ilgili ayrıntılı çizimler ve notlarla doluydu. Bu devasa gök cismi, hem bir kurtarıcı hem de bir sır olarak anlatılıyordu. Bilim insanları, Mantar Ana’nın yer çekimini nasıl manipüle ettiğini ve bu canlı organizmanın dünyaya nasıl enerji verdiğini hâlâ tam anlamıyla çözebilmiş değildi. Tek bildikleri, bu mucizenin yer yüzündeki yaşamın son kırıntısını koruduğuydu.

Asimov, kitabı okurken bir yandan da dışarıdan gelen ince bir uğultuya kulak kesildi. Bu, mantar iplerinin rüzgârda titreşerek çıkardığı tanıdık sesti. Ancak bu gece farklı bir şey vardı; ses daha düzenli, neredeyse ritmikti. Bu, bir şeyin yaklaştığının işareti olabilirdi.

Hızla yerinden kalktı, kitabını masada bıraktı ve evin üst katına çıkan merdivenlere yöneldi. Gözetleme kulesine çıktığında, uzaklarda hafif bir ışık huzmesinin yer yüzünden yükselip gökyüzüne doğru süzüldüğünü gördü. Bu, sıradan bir olay değildi. İplerin titreşiminden kaynaklanan doğal bir parıltıdan farklı, kontrollü bir ışık akışıydı.

Asimov’un zihninde onlarca olasılık beliriverdi. Belki de bir başka gözetleme istasyonundan bir sinyal gönderiliyordu. Ya da belki yer altındaki şehirlerden biri dışarıyla yeniden temas kurmaya çalışıyordu. Ancak, bu parıltının kaynağı her ne olursa olsun, Asimov’un bu olayı araştırması gerektiği kesindi.

Hızla aşağı indi, köşedeki dolaptan dürbününü ve eski dünyadan kalma küçük bir el telsizini aldı. Telsiz nadiren çalışıyordu ama böyle durumlarda güven vermesi için yanına almayı alışkanlık haline getirmişti.

Dışarı çıkmadan önce son bir kez pencereden gökyüzüne baktı. Mantar Ana, kalkanını biraz daha güçlendirmişti. “Beni koruyorsun, öyle değil mi?” diye mırıldandı Asimov. Kendi güvenliği için ona teşekkür edercesine başını eğdi ve yola koyuldu.


Normalde evi terk etmemeli hatta güneşe hiç bakmamalıydı ancak şu an çok da normal sayılabilecek bir zaman değildi. Gördüğü o parıltı, duyduğu o ses araştırmaya değerdi.

Güneşin zararı aslında sisin oluşmasına sebep olmasından geliyordu. Bazı günler ilk dakikalarda ortalıkta sis oluşurken, bazı günler de hiç sis oluşmadan geçebiliyordu.

Tabi bu durum sadece gök yüzünde asılı duran gözcü adası için geçerliydi. Mantar Ana gözcü adasını yer yüzünden yukarı taşıyarak korumaya çalışmıştı. Yer yüzünde gün içinde hayatta kalmak imkansızdı. Geceleri ise yoğun mantarların olduğu bölgeler görece güvenliydi.

Asimov her ihtimale karşı maskesini de takarak ormanın içine doğru ilerledi. Işık adanın güney tarafından daha rahat izlenebilirdi. Koşar adımlarla ormanın içinde hareket ederken uzun zamandır sönmüş mantarların arasında gezmediğini fark etti.

Yaşadığı yer altı şehrinde bu gizli görev için seçildiğinde henüz on dört yaşındaydı. İki yıl boyunca eğitimi sürerken kendisine anlatılan tüm bu Gözcü Adası hikayesine tam anlamıyla inanmamıştı. Bahsedilen şeyler birer masal gibi geliyordu. Yer altı şehrinde parlayan mantarla olsa da Mantar Ana asla görmedikleri bir şeydi ve onlar için eski zaman hikayelerinden gelen Güneş ve bilindik Ay vardı.

Eğitimi sonrasında özel kıyafet ve araçla yer altı şehrinden çıktığı günü asla unutamıyordu. On altı yaşında, güneşi ve ayı sadece kitaplarda görmüştü. Mantar Ana onun için birkaç eski fotoğraftan ibaretti. Uçan ada düşüncesi ise sadece masallarda geçen cinsten bir fanteziydi.

Düşüncelerini yine o ses bozdu. Geçmişi düşünmek Asimov’u biraz yavaşlatmıştı ve gökyüzüne doğru çıkan o ışığı yakalamak istiyorsa daha hızlı olmalıydı. Elindekileri sıkıca kavradı ve etrafta gaz olmadığına güvenerek maskesini çıkartarak koşmaya başladı.

Tırmandığı hafif tepenin arkasında ağaçlardan arındırılmış bir gözlem cepi vardı. Oraya vardığında ışığın iyice yükseldiğini gördü. Dürbününü aldı ve hemen oraya odaklandı. Yukarı çıkan şeyi gördüğünde şok oldu; bu bir Gözcü Adasıydı. Çok uzakta, devasa adanın karınca kadar gözüktüğü bir mesafede bulunan bir Gözcü Adası yukarı çıkıyordu.

Çıktığı yöne doğru çevirdi dürbünü. Mantar Ana ona bakıyordu. Bu gerçekten de inanılmaz bir şeydi. Gözcülük yaptığı bunca yılda ya da kendisinden öncekilerin gözcülük kaydını içeren onlarca yılda böylesine bir olaya şahit olmamıştı. Mantar Ana gökyüzüne çıkarttığı adalardan birisini alıyordu.

Bu pekala Asimov’un adasının da yukarı gidebileceği anlamına geliyordu. Bunu derhal yeraltı ekipleriyle görüşmesi gerekiyordu. Ama öncesinde diğer adaların yerinde durduğundan emin olmak için kendisine en yakın adalara sırasıyla göz attı. Hepsi yerli yerinde duruyordu. Böyle durumlar için onlarla bir iletişim kanalı olması ne kadar da iyi olurdu fakat ne yazık ki yoktu. Sadece yeraltı ile iletişim seçenekleri vardı. İletilmesi gereken bir şey varsa onlara iletirdi ve günler sonra cevap gelmesini beklerdi. Fakat bu yavaşlığı kaldırabilecek bir olay değildi. Birkaç güne Asimov’un adası da yukarı gidebilirdi.

Bir an maskesinden ses geldi. Üzerindeki bir ışık turuncu yanmaya başladı. Asimov “Sis!” diye haykırdı. Etrafındaki havanın kokusunun değiştiğini o an anladı. Maskesini hemen taktı ve eve doğru geri koşmaya başladı. Sisin soğu tarafından geldiğini görebiliyordu.

Gelişinin aksine yokuş aşağıya doğru ilerlemek ona hız katmış olsa da maskenin rengi her an kırmızıya dönebilirdi ve daha önce hiç kırmızının kaç saniye dayanabileceğini test etmemişti. Bunu test eden de kimse olmamıştı, buna maruz kalan tüm Nöbetçi’ler ölü bulunmuştu ve yetiştirilen adaylar erkenden yüzeye gönderilmişti.

Asimov da her adımını hayatında attığı son adımmışçasına attı. Evi gördüğünde bacadan tüten dumanın kokusunun sisle karıştığını fark etti. O an maskenin rengi kırmızıya döndü. Birkaç saniye sabit yanan ışık yerini hızla yanıp sönen bir hale bıraktı.

Damadığı kurumuş, aldığı nefes genzini yakar olmuştu. Muhtemelen sadece psikolojikti çünkü gerçekten sisi içine çekmesi onu çoktan öldürürdü. Evin tentesine vardığında kırmızı yanmaya başlayalı altı yedi saniye geçti. Buna rağmen Asimov günlerdir durmadan koşuyormuş gibi hissediyordu.

Evin kapısını hızla açtı ve içeri girdi. Bir saniye sonra maske önce turuncuya döndü. Ardından da yeşile. Kapının yanındaki izolasyon butonuna bastı ve kıyafetine sinen sisin de çekilip gitmesini bekledi. İçeri girdikten beş saniye sonra her yer güvenliydi. Maskesini çıkarttı ve kendisini yere attı.

Yerde nefesini düzelemeye çalışırken yemekteki sesin aynısını duydu. Anlaşılan bir ada daha yükselmeye başlamıştı.

This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Accept Read More

Privacy & Cookies Policy