Merhaba arkadaşlar. Bu yazımda, bir önceki yazımda katıldığımı belirttiğim zirvedeki konuşmalardan aldığım notları sizlerle paylaşacağım. Elimden geldiğince ana oturumlara katılmaya çalıştım ve notlar aldım. Umarım kısa kısa bahsedeceğim konuşmaları yeterince açıklayabilirim.
Birinci Gün
Açılış tam zamanında hoş bir müzik ile başladı. Trio Mandili‘nin katılımı ve melodileriyle naif bir şekilde başlatılan zirvede konuşmacılar bir birlerini izlediler. İlk gün genel olarak ana oturumlar üzerinden ilerledi. Whitney Johnson bizlere “Yıkıcı Yenilik” den bahsetti. Bizlere kendi kitabı “Disturb Yourself” hakkında bilgiler verirken “S” eğrisinin hayattaki ve özellikle iş yaşamındaki yaklaşımlarını aktardı. Kısaca “S” eğrisini bir kişinin ya da kurumun bir konu üzerindeki ustalaşma sürecini gösteren bir süreç grafiği olarak tanımladı. Konuşmasında beni en çok etkileyen sözlerini biraz sorgulayıcı olarak değiştirince ortaya bana ondan güzel bir anı olarak şu cümle kaldı: “Ustalığa ulaştıktan sonra yeni bir eğriye atlamazsak ustalığa ulaşmanın anlamı nedir ki?” .
Ardından gelen Steven D’Souza basitçe insanların belki de en çok ihtiyacı olan şeyi anlattı bize; bilmiyorum diyebilmek. Bize göre (Türkçe konuşanlara göre) o tek kelimenin, ona göre de o üç kelimenin insana verdiği rahatlığı anlatmaya çalıştı. Bilmemenin aslında insanı yeni kapılara yönlendiren bir şey olduğunu aktardı. Sözleri ve örneklerinin bir kısmı bana Avatar filmini hatırlattı. Neytiri ve halkının Jake Sully’e söylediği kelimeler; “Sizin bardağınız dolu, size bir şey öğretemeyiz.” tam manasıyla Steven’ın söylemeye çalıştığı şeydi bence. Öğrenebilmek için bardağımızın boş olması gerekir, (bardak örneğini de kullanmıştı Steven) bilmemek de güçsüzlük değildir, bilgisi sonsuz olan dünyadan hala yeni bir şeyler alabileceğinizin sinyalidir. En son konuyu oraya nasıl bağladığını hatırlamıyorum ancak son cümleleri arasındaki bir söz de beni etkiledi. O da alıntı yapmış ancak güzel bir alıntı olmuş; “Bir yol yoktur; yol yürüdükçe oluşur.”.
Üçüncü olarak gelen konuşmacı Management Centre Türkiye’nin (MCT) CEO’su Tanyer Sönmezer‘di.Renkli kişiliği, hareketli ve interaktif sunumu ile bizlere fazlaca sayısal ve sözel bilgi aktarmış olmasına rağmen tamamı akılda kalıcı oldu. Altın bir kural olarak kendisinde öğrendiğim şey; insanın aklında tek seferde en fazla beş maddeyi akılda tutuşu oldu. Yani bir yönerge oluşturacaksak ya da altın kurallar silsilesi ortaya koymaya çalışıyorsak aklınızda bulunsun maddeleri en fazla beş tane olmalı. Ötesi akılda kalmıyormuş. O da bize beş maddelik bir yönetim stili gösterdi ve bunu akılda kalıcı bir şekilde sundu; “Keep Calm and Giga Byte” dedi.
- G için; Geleceği göster,
- İ için; İş birliğini arttır,
- G için; Gücü doğru dağıt,
- A için; Anlamaya çalışma anla,
- BYTE için; Bırak Yapılacakları Takım Emretsin.
Konuşma sırasında yanına Ersun Yanal‘ı da çağırarak beraber bir konuşma yaptılar. Bir takımı yönetmenin de aslında bir şirketi yönetmekten çok farkı olmadığını anlattılar bize. Buradan da bütün hayatın aynı şekilde yönetilebileceği sonucuna vardılar.
Dördüncü olarak sahnedeki yerini alan konuşmacı Finansbank’da İK, genel müdür yardımcılığı yapan Hakan Alp oldu. Bizlere ‘Oyunun Kurallarını Değiştirmek İster Misiniz?’ dedi. Konuşmasının başında dünyadan çeşitli sanatsal örnekler verdi ve bu örneklerin ne kadar sürede tamamlandığını anlatttı. Da’Vinci dedi; Son Akşam Yemeği tablosunu 5 yılda bitirdi. 60 yılda biten heykeller, 3 yılda biten tavan boyaları… Ve bütün bunlar şuan adını hayranlıkla duyduğumuz insanlardı. O noktalardan Henry Ford’un üretim bandı zamanlarına gelişimizi ve üretimin ne kadar da hızlandığını ve karmaşıklaştığını söyledi. Haklıydı da. Sonrasında dedi ki Kaizen, TQM. Yani; önce karmaşıklaştırdık bütün üretim süreçlerini, şimdi de sadeleştirmeye çalışıyoruz fakat tarih bize zaten karmaşık şeylerin gereksiz olduğunu söylüyorsa neden bu çaba? Son olarak kendisinin güzel bir sözünü not ettim; “Önemli olan değişimi yakalamak değil, değişimi oluşturmak.“.
Öğleden önceki son konuşmacı da Kariyer.net’in genel müdürü; Yusuf Azoz oldu. Yusuf Bey bizlere basitçe günümüzde yaşanılan dönüşümü anlattı. Dijital dönüşüm dedi. Bizlere Codelco adında bir bakır üreticisi şirketten bahsetti. Şili’de bulunan şirket zaman içerisinde süreçlerini dijitalleştirmeye başlamış. Hedefleri sadece bilgisayar başından kontrol ile bir madem idare etmek ve anlaşıldığı üzere buna çok da uzak değiller.
Öğleden sonraki ilk etkinliği pas geçip direk olarak Steve Chapman ile devam ettim güne. Steve bizlere karmaşadan korkmamayı, onun üzerine yürümeyi ve belirsizliği sevmemizi söyledi. Bilinmeyen şeyden yeniliklerin çıkacağını anlattı. Basit, kısa ve net bir şey söyledi bizlere; başarılı olacağını biliyorsanız deney değildir. Yani işi sağlama almak güzel bir şeydir ancak, risk olmadan da kazanç olamıyor ne yazık ki.
An Coppens belki de en sevilen konulardan birisini ele aldı; oyunlaştırma. Öğrenmede oyunlaşmanın insanların öğrenebilme kabiliyetlerinde ne kadar da büyük bir rol oynadığını aktardı bizlere. Basit birkaç adım ile oyunlaştırmanın aslında çok kolay bir şekilde yapılabileceğini göstermeye çalıştı. Konuşmasında ufak bir etkileşim ile bizlerden bir oyun önerisi aldı. Paylaştı, paylaştırdı. Etkileyici bir konuşmaydı.
Sonrasında gelen konuşmacı benim gün başından beri kim olduğunu merak ettiğim birisi çıktı; Tara Swart . Gün başında en önde, solda oturan ve hemen hemen bütün konuşmaları dikkatle izleyen birisi vardı. Belki birileri de tam olarak benim önümdeki koltuklarda oturuyordu, bilmiyorum fakat Tara en başından beri, sıra kendisine gelene dek çıkan konuşmacıları dinledi. Kulaklığı ile Türkçe konuşmalara dahil oldu. Ben de sahneye doğru gidince onun kim olduğunu fark ettim. O da hayatı basitleştirme ile geliştirebileceğimizden bahsetti. Bir şeyi %10 değiştirmek yerine; 10 şeyi %1 değiştirin dedi. Başından geçen bir göz olayını anlattı bizlere. Doktoru gözlerin bozuluyor demesine rağmen alışkanlıklarında değişiklik yapmayıp, aynı mesafeden, aynı ışık ile kitap okumaya devam etmiş. Kendisi asla gözlerinin bozulduğuna inanmamış. Sonraki kontrolünde doktoru şaşkınlıkla iyileşen gözleri görmüş. İnanmak her şeydir. Bir de hayattaki stresimizi azalmak için belirlediğimiz işlerimizi, her gün aynı saatte yapmamızı önerdi.
Onun ardından dinlediğim için çok memnun olduğum birisi çıktı sahneye; Peter Hawkins. Türkiye’yi sevdiğini, çünkü sevdiği iki insanın buralı olduğunu söyledi; Mevlana ve Nasreddin Hoca. Ben de Mevlana’yı seven birisi olarak buna çok şaşırdım. İlgiyle dinledim kendisini. “Bizleri buraya getiren şey, geleceğe taşımayacaktır.” dedi. Etkileyici bir sözdü. Çevremizdeki dünyadan daha hızlı öğrendiğimiz ölçüde ayakta kalacağımızı belirtti ve 10 yıl içinde çevremizde gördüğümüz her 3 kuruluştan birinin yok olacağını söyledi. Öğrenme hızı ve öğrenilebilecek bilginin üretim hızı göz önüne alındığın da çok daha kötü rakamlar bile verilebilirdi. Bizlere basit bir oyun oynattı; arka arkaya dizilmiş on kişiyi bir koridora aldı. Diğer koridorlara da onar kişi seçti. Sonrasında en öndekilere sadece 3 basit hareket gösterdi. Onların görevleri hareketleri görmeyen arkadaşlarına hareketleri iletmekti. Her seferinde birer kişi öne geçecekti. Bir nevi kulaktan kulağa. Fakat daha ilk adımdan yanlışlıklar başladı. En sonda hiç bir koridor, hiç bir hareketi doğru yapamıyordu. Şirket içi iletişimin uzun olmasının zararlarını anlatmış oldu bence çok güzel bir şekilde.
Benim için gün orada son buldu. Fuar alanını biraz daha gezip çıktım.
İkinci Gün
Evim ile konferansın yapıldığı yer arası trafiksiz olarak bir buçuk saat sürdüğünden ve önceki gün oldukça yorulmuş olduğumdan sabaha geç kaldım. Ben ana salona girdiğimde Hasan Söylemez konuşmasını yarılamıştı bile. Kendisi Türkiye’yi bir baştan öteki başa bisiklet ile gezen bir gezginmiş. Gezilerinden anlar aktardı bizlere. Çok kalamadım salonda ancak henüz ben çıkmamışken çok güzel bir şeye değindi; yanına neden para almadığına. Para insanı kendisine bağlayan bir zincir gibidir, elinizde varsa bir şeyleri alabileceğinize güveniniz vardır fakat bittiği anda güveniniz biter, dedi. Yani kelimeler tam olarak böyle olmasa da bunu anladım diyelim. Fakat parasız yola başlayarak güvene ulaştığını anlattı. Örneğin yemek karşılığı tarlada çalıştığından ya da başka bir iş yaptığından bahsetti. Eski usul yemek kazanmıştı.
Ben konuşmayı dinlerken aşağıdaki bir salonda öğrenci katılımcılara ayrı bir çalışma yapılacağını söyleyen maili aldım ve maalesef konuşmadan çıkıp aşağıya indim.
Ufuk Kılıç karşıladı bizleri ve bize Brian Mayne’nin “Goal Mapping” metodunu anlattı. İnsanın hedeflerini kendisine hem sağ beyni için hem de sol beyni için ayrı ayrı anlatmasını temel alan bir yöntemdi. Sadece yazarsak ya da sadece çizersek, tek bir beyin lobuyla işi yapmaya yöneliyorduk; fakat her ikisini de yapmak, bizi her şekilde o hedeflere yöneltiyordu. Konuşması sırasında bize çeşitli videolar ile katkılarda bulundu. İnsanın kendisine inanmasının ne kadar önemli olduğunun bilimsel olarak da, deneylerle kanıtlandığını görmek beni bir kez daha memnun etti. Kendimize inandığımız ölçüde varız sonuç olarak.
Bu eğitimden sonra ana oturumlara büyük bir ara verildi ve paralel oturumlara geçildi. Paralel oturumların da çoğu güzel yerleştirilmişti fakat bir iki tane girmek istediğim konuşma aynı anda olduğu durumlar da yaşandı. Yine de değerli konuşmacıların paylaşımlarına katılabildim.
İlk olarak Fulya Karakum‘u dinledim. Kendisi benim de tez konum olan performans yönetiminden bahsetti. Eski modeli, klasik modeli ve geleceğin modeli olarak adlandırılan düşünsel performans yönetimini anlattı. Şirketlerin genel olarak performans değerlendirmesi yaparken kullandığı yöntemleri sayılar ile aktardı bizlere. Örneğin şirketlerin %70’i kendi performans yönetim sistemlerini beğenmiyorlar. %69’luk bir kesim değerlendirmelerde 5’li skalayı tercih ediyor. Yöneticilerin %60’ı geri bildirim yapmıyor ve daha niceleri. Gelecekte var olması gereken sistemin de dönemlik tekrarlanan değil de, yıl içinde dağılmış görevlendirme ya da hedeflendirme sistemi olacağını anlattı.
İkinci olarak katıldığım paralel oturumda “Liderler Kahvesi” topluluğundan ortaya çıkan bir projenin sunumu yapıldı. Bilkent Üniversitesi öğrenci ne istiyor sorusuyla yola çıkarak bir simülasyon geliştirmişler. Bir mülakat simülasyonu. İçerisinde gerçek İK temsilcilerinin olduğu, gerçekten başvuruların açıldığı, CV’nin, sunumların ve gerçek mülakatların yaşandığı bir simülasyon gerçekleştirilmiş. Böylece öğrencilerin ilk iş görüşmeleri için ellerine eşsiz bir tecrübe verilmiş. Geri dönüşlerin güzelliğinden bahsettiler. Böyle güzel çalışmaların olduğunu öğrenmek beni mutlu etti. Ve özellikle vurgulanan şey de kesinlikle ve kesinlikle geri dönüşlerin çok önemli olduğuydu.
Katıldığım son paralel oturum da Amazonlar’da Bahçıvan Olmak (Sefa Karahan) konulu konuşmaydı. Genel bir odak değil de, yaşamı yaşayışımıza dair bir felsefe aktarıldı. “Bugün kaç kere hayır dediniz?” sorusunu soran Steve Jobs’ın, en az üç defa hayır dememiz gerektiğini söylediğini öğrendim. Pek fazla hayır diyemeyen birisi olarak denenmeye değer bir yaklaşım olabilir. Ancak mesele nelere hayır dediğimizde bitiyor sanırım. Çocuk yetiştirmek için de güzel bir metoda değildi; oyuncakları sadece ve sadece o istediğinde alın dedi. Böylece istediği şeye sahip olmanın değerini anlayan birisi olabilirmiş.
Son ana oturum da Gamze Saraçoğlu‘na aitti. Bizlere modadan bahsetti. Benim pek ilgi alanıma girmediği için o konularda fazla notum yok ancak kendisinin başarı hikayesi ilgimi çekti. Bir işletme bölümünü bitirdikten sonra iş hayatından radikal bir kararla ayrılık dünyanın önde gelen moda okullarından birisine gitmiş ve buradan 3. olarak mezun olmuş. Sadece durdum ve böylesine güzel radikal kararlar alabilmek ne güzel diye düşündüm.
Gün Sonu
Böylece zirveyi bitirmiş oldum. Umarım aldığım notlar sizleri memnun etmiştir. Elimden geldiğince doğru derlemeye çalıştım fakat bir hatam olduysa şimdiden affola. Çok güzel tavsiyeler ve paylaşımlar vardı. Ben bir şeyler öğrendim; umarım size de bir şeyler katabilmişimdir.
İyi yaşamlar,